İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bize deniz ozanı gerek!

Topal Hasan’ı duyan var mı dersem haksızlık olur, belki de hatırlayan var mı demek gerek. İstanbul’da doğan, yani denize doğan, denizle doğan, denizle büyüyen bilmez mi Topal Hasan’ı. Belki de bilmez. Anlatmak gerek.

Kendi halinde bir balıkçıdır Topal Hasan; İstanbul’da, Kumkapı’da. Ama bir tuhaf balıkçıdır. Her balığı tutmaz. Sadece barbun tutar Topal Hasan. Sadece barbun tutar ama her barbunu da tutmaz. Dedim ya, bir tuhaf balıkçıdır. Sandalının küpeştesinde bir ölçü çizgisi vardır Topal Hasan’ın, tuttum mu hemen yatırır oraya. Tamı tamına yirmi üç santim olmalıdır barbunu Topal Hasan’ın. Eksikse öper iki gözünün arasından, “büyü de gel sen” der, salıverir denize. Ya da büyük mü çıktı, yine öper iki gözünün arasından, doğru denize; “sen kartalmışsın” der, “sen çoğal”. Dedim, yine diyeceğim, bir tuhaf adamdır Topal Hasan.

Ben tabi ki tanımam Topal Hasan’ı. Keşke tanıyabilseydim. Nereden mi bilirim peki. Yaşar Kemal sağ olsun, köşe bucak gezmiş. Kahve kahve gezmiş de yazmış. Topal’ı da bilirim, Nuri’yi de. Saros’ta yitip giden Fehmi Balıkçıyı da. Menekşenin bütün balıkçılarını bilirim bir de.

Nereden mi? Dedim ya yememiş, içmemiş. O kahve senin, bu barınak benim gezmiş. Küçük balıkçı dememiş, trolcü dememiş. “Sen lambacısın, uzak dur hele!” hiç dememiş. Bir bir dinlemiş hepsini. Kırk yıl önceden bugünü bas bas bağırmışlar hep birlikte; Yaşar Kemal, Topal Hasan, Ahmet Ateş… ve daha nice küçük balıkçı…

Ve kırk yıl sonra güzel yurdumda ne değişmiş baksak şöyle bir ucundan, fazla karıştırmadan. Çünkü fazla karıştırmamak lazım topraksoylu yurdum insanının deniz macerasını. Büyük balıkçısını; Proust’un İstanbul planının sadece Haliç bölümünü alıp Haliç’e sanayi kuranları; bir Deniz Bakanlığı kuramayan hükümetleri; altı kulaç derinlikte trole-gırgıra izin veren sirkülerleri düzenleyenleri; denizin üstünde denize düşman tekneleri… Hele ki bir başlarsak karıştırmaya sonu nereye varır kestirmek zor. Ama fazla karıştırmadan da söylenecek bir şeyler yok mudur?

Hepsi bildik konular aslında. Gözümüzün önünde yaşanıp, tekrarlanıp duran… “Bir kez daha söylemek ne kazandırır?” diyen herkes haklıdır bir nebze de olsa. Hele ki bir de “eğitim şart!” denirse, bunun üzerine alışıldık söylem tamamlanmış olur.

Peki topraksoylu bir toplum nasıl keşfedebilecek denizi? Topraksoylu derken yanlış anlaşılmasın, ne küçük görmem söz konusudur, ne de eleştirel olarak yaklaşmam. Bu durum sadece bir tespittir. Bu noktada kardeşimin yakın zamanda yaptığı bir araştırmadan bir kısa alıntı yaparak topraksoylu kelimesinin neden bu denli önemli olduğuna değinmek faydalı olacaktır.

“Harman yeri yakmak günahtır” Anadolu inancında. Bir çok yerde değişmez bir kuraldır ki varoluşu korumaya yönelik olduğu aşikardır. Aslında belki de en net ipucu buradan çıkmaktadır. Denizi sevmek veya korumak kavramından biraz uzaklaşarak öncelikle denizi konumlandırmakla işe başlamak gerek. Denizin faydalarını anlatmak, yaşamlarımızda yeniden konumlandırmak gerek.

Megaralı Byzas Sarayburnu sırtlarında tüm zamanların en büyük kentinin temellerini atarken karşı kıyısında –onun tabiriyle Körler Ülkesi’nde- Khalkedon’da (Kadıköy) insanlar mutlu mesut yaşamaktaydı. Daha ikinci yüzyılda Polybios der ki; “Dünya üzerinde deniz kıyısında kurulu hiçbir kent yoktur ki Byzantion kadar refah ve huzur içinde yaşasın.”

Aradan on sekiz asır geçtiğinde Petrus Gyllus öyle bir İstanbul anlatır ki bize; insanın içi acır. İstanbul’un balıklarının, daha doğrusu Boğaz’ın balıklarının ne çeşit, ne lezzet, ne de çokluk olarak dünyada eşi benzerinin olmadığını anlatır bize. Hatta Boğaz’da balık avlamak için balıkçı olmak şöyle dursun, çocukların, hatta kadınların bile evlerinden denize salladıkları sepetlerle balık tuttuklarını anlatır beş asır öncesinde…

Tabi ki sadece besin kaynağı değildir deniz. İstanbul nereden alır iklimini? Erguvanını, at kestanelerini, manolyalarını…

Ah bir de Haliç vardır ki hepimiz biliriz, söyleriz üzerine bir şeyler dilimiz döndüğünce. Babamın kıyısında büyüdüğü, suyunda yüzmeyi öğrendiği yerdir Haliç. Ya da lise günlerimde Haliç Tersanesi’nde staj yaparken daha, kıyısından kaçmaya çalıştığım, suyu üzerime sıçrayacak diye ödümün koptuğu Keras’tır; Altın Boynuz’dur. Prokopios’a sorarsanız da bir başka cennettir Haliç.

“Dalgalar gürültüyle yükselip taşlara çarpmazlar ve denizde olduğu gibi gürüldeyerek köpüklere bölünmezler; su, alçakgönüllülükle ilerler, sessizce karaya dokunur ve dinginlikle geriye çekilir.”

Sırtları yaşamını kökten değiştirmiştir Piere Lotti’nin.

Şimdi çıban başı ise, bu Haliç’in suçu mudur? Tarihi boyunca güzellikten ve kirlilikten yana hep aynı oranda nasibini almıştır Haliç. İki derenin getirdiklerine bir de çevre halkının boca ettiği zerzevatı, molozuyla belki de binlerce yıldır hiç başı dertten, burnu boktan kurtulmamıştır. Hatta bilir misiniz bilmiyorum, belki de tarihin ilk sualtı temizlik çalışmasına sahne olmuştur, ta 698 yılında, yedinci yüzyılın sonunda. Hatta o dönemin tarihçileri der ki; “Ne zaman ki imparator Haliç’i temizletti, şehri kıran salgın hastalık o günden sonra başladı”…

Anlatmak, uzun uzun, bıkmadan anlatabilmek; sabırla, sağduyuyla dinlemek gerek. Yok mudur hala Topal Hasanlar, Ahmet Ateşler… Neredeler? Kaç taneler? Nasıl çoğalacak sayıları? Nasıl anlatacaklar, kime anlatacaklar dertlerini? Kim dinleyecek ki bize anlatacak dertlerini? Kim bilimi elle tutulur anlaşılır bilgiye dönüştürecek?

Bize deniz ozanı gerek! Hem de bir tane üç tane değil, çok gerek. Sait Faikler, Yaşar Kemaller, Cevat Şakirler gerek.

İki yıldır bir STH Gönüllüsü olarak cevaplamakta en çok zorlandığım sorular oldu bunlar. Bin kişiden birine ulaşabilmek adına çıkılan bir yolculuktur aslında STH fikri. Bin kişiden birisine anlatabilmek ise aylarca sürecek bir motivasyon kaynağı, mutluluk. Çıkarttığımız parça sayısı kadar insana ulaşabildik mi acaba? İki yılda yaklaşık onbeş bin parçalık katı atığa karşılık ne kadar insana ne derece anlatabildik denizi? Ne derece yer açabildik hayatlarında denize? Tüm emeğe, tüm iyi niyete karşın ne yazık ki bizim de eksik kaldığımız nokta bu oldu iki yıl boyunca. İki yıl önce hayal bile edemeyeceğimiz işler yaptık belki, ama yeterli mi?

Medar-ı Maişet Motoru’na ihtiyacımız var. Topal Hasanların, Ahmet Ateşlerin sesi olabilmek gerek. Denizin sesi olabilmek gerek. Hepsinden önemlisi, söylememek, yapmak gerek.

Ne kadar bilim adamı varsa en az o kadar deniz ozanı gerek!

Hakan Tiryaki
Vira Dergisi, 2007

Kaynakça;