Bizde maviden çok yeşilin hükmü var; çoğu pınarbaşlarını kıyılara yeğ tutuyor. İşin soyunup dökünmek kısmının bir miktar sorun oluşturduğunu sezebiliyorum. Yine de bu durum, Anadolu Yarımadası yurttaşlarının denizden yana bu denli kayıtsız oluşunu anlaşılabilir kılmıyor. Etnografik derlemelere şöyle bir göz ucuyla dahi bakarsanız, denizin Anadolu zihninde henüz üç boyutlu bir görünüm kazanmadığını görürsünüz. Aslında, dilimiz zihnimizin aynası olarak bu hamlığı “derya kuzusu/balık” ya da “kuzu/ iri balık” deyişleriyle açığa vuruyor. Sonra, edebiyatımız da günlük yaşamımız kadar uzak denizden. S. Faik ve C. Şakir bir yana balık adlarını, onların prenseslere layık giyitlerini, bakışlarından süzülen hüznü konu edinen kimsecikler yok. Onlar gittiğinden beri bu deniz halkları pek ıssız. Yalnız edebiyatçılarımız değil ressamlarımız, heykeltraşlarımız ve hatta seramik sanatçılarımızda denizden kıyı bucak kaçarcasına uzak duruyorlar. Oysa Anadolu Akdeniz’inden, Ege, Marmara ve Karadeniz’e değin yurdun her damla tuzlu suyunu, onun beslediği planktonlara kadar merak etmek, öğrenmek ve edindiğimiz bilgi ve hissettiklerimizle başlı başına bir “kültür” üretmemiz gerekirdi bugüne değin.
Bu gereklilikten dem vurmanın fevkalade “bohemce” bir tavır olduğu; yurttaşların fukaralıktan başlarını kaldırıp da şöyle sağa sola bakınmaya fırsatlarının olmadığı yolunda uzun ve etkileyici bir karşılık verilebilir elbet. Bu yanıtın, pek çok noktada hakkaniyet sınırları içerisinde olduğunu görmemek ise budalalık olacaktır. Ama denizi tanımak, ay vakti ardaların peşi sıra hayaller kurmak velhasıl ondan sadece görsel bir tat almak anlamına gelmiyor. Deniz bizi besliyor, hayatta kalmamız için gerekli olan ihtiyaçlarımızı karşılamamız için bize yiyecek sunuyor. Nasıl meyve veren ağacı taşlamak “günah” biliniyor, “harman yakmak” şeytanın dahi cesaret edemeyeceği bir zorbalık sayılıyorsa, denize ve deniz halkına yönelen her türlü çiğlik de böylesi bir hassasiyetle karşılanmalı; belleklerimizde kendiliğinden bir karşı çıkış oluşmalı. Zira bu hassasiyet, “Yarımada” halkı olmamızın bize yüklediği bir vecibedir.
Aslında Anadolu halkları sanıldığının aksine pek kadim çağlardan bu yana, denizcilikle ilgilene gelmişlerdir. Arkeolojik dökümanlar Neolitik Çağ Çatalhöyük merkezli “obsidyenlerin” Kıbrıs Adasına değin uzanan geniş bir coğrafyaya ihraç edildiğini göstermektedir. Güneybatı Anadolu’nun Erken Tunç Çağı (M.Ö. 3000-2500) merkezi Semahöyük’de ele geçirilen çömlekler (pithoi) üzerindeki grafitilerin tıpkıları Girit Adasındaki ünlü Pharos Diski’yle uyuşur. Orta Anadolu’da merkezi bir yönetim inşa ederek Babil’e değin uzanan Hititler, yönetimden uzaklaştırmak istedikleri hanedan üyelerine Kıbrıs’a sürmekteydiler. Öyle ki, çivi yazılı tabletler de Hitit siyasal otoritesinin M.Ö.14. yy’da Güneydoğu Akdeniz deniz ticaretini bloke ettiklerini ve Mykenli denizcilere ambargo uyguladıkları okunmuştur. Geç Tunç Çağı ile birlikte etkin bir siyasal kimlik kazandıklarına tanıklık ettiğimiz Luwi halkı Lukka’lar (klasik Çağ Likyalıları- bugün batı Antalya) Mısır Firavunlarına sürekli bir tehdit unsuru olmuş, Kıbrıs adasına değin Akdeniz de önemli bir deniz gücünü teşkil etmiştir.
Antik dünyanın bilinen ilk kargosu Lukka kıyılarında batmış, ve arkeologlar onu tam 3100 yıl sonra Antalya / Uluburun’da tespit etmişlerdir. Bir diğeri ise yine Antalya / Beş Adalarda bulunmuştur. Burada, Klasik çağlardan Hellenstik, Roma ve Bizans devri Anadolusuna değin örnekler sayıca arttırılabilir. Yine de İstanbul Boğazı’nda “şirket-i Hayriye vapurları” hizmete girmeden aşağı yukarı 2000 yıl evvel Antalya’da kamuya ait deniz taşımacılığının yapıldığına işaret eden epigrafik verilerin bulunduğu not edilmelidir. Öyle ki, Limyra (Turunçova) ve Myra (Derme) arasındaki korsan taşımacılığı engellemek adına bir takım yasal girişimler olduğuna dair verilere sahibiz . Aslında burada 1950’li yıllara değin Antalya sınırları boyunca ulaşımın sadece deniz yoluyla mümkün olduğunu bir daha hatırlamak yerinde olur.
Erken dönem örneklemelerinin yanında, Anadolu Selçuklularının denizcilikte fevkalade ileri bulundukları, Alanya ve Antalya’yı domine ederek batı Akdeniz deniz ticaret ağındaki etkinliklerini sürekli geliştirmek yolunu seçtiklerini not etmekte yarar vardır. Bugün, Antalya’nın 13.yy’da imar edilmiş bulunan üç üniversitesinde denizcilikle ilgili temel eğitimin bulunmadığını söyleyebilmek güç bir çaba olacaktır. Nitekim, Bizans donanmalarını idare eden Selçuklu kökenli reislerin azımsanamayacak yoğunlukta oluşuyla bu olgu güncellik kazanır.
Kuşkusuz denizcilik ve deniz kültürü birbirinden farklı kavramlar. Bu yönden Batı yanı dışında Anadolu’da hakim bir deniz kültürü bulunduğunun ileri sürülmesi hali hazırdaki görünümle tezat oluşturur. Zira bir kültür unsuru olarak “deniz”, salt onun politik ya da militarist bir takım etkinlikler bağlamında değerlendirilmesi anlamına gelmez. Bu yolda aşağıya not edilen iki tarihsel örnek burada yalınlaştırılmaya çalışılan temel vurgunun kavranması için önemlidir.
M.Ö. 15-14.yy’da Orta Anadolu’da Hitit Ülkesi savaşçıları, kuşanmış bulundukları görkemli zırh ve yazılı tunç silahlarıyla Mezopotamya düzlüklerine salınmaktayken, Akdeniz’de Girit Adası halkı, evlerini mavi, yeşil ve sarının tonlarıyla boyuyor; çanaklarının üzerine deniz halklarından pek haşır neşir bulundukları balıkların tasvirleriyle süslüyorlardı. Gerçekten de yüzyılı aşkın bir süredir, Minos Uygarlığı üzerine yapılan araştırmalar insanlığın bir vakitler türküler okuyup, ele ele danslar etmiş bulunduklarını ve savaşmaksızın yaşamanın bir yolunun bulunabileceği gibi mitosvari bir dünya açığa çıkarmıştır. Üstelik Minos Uygarlığı (M.Ö. 1700-1350), sanıldığının aksine Akdeniz’in unutulmuş bir köşesinde, antik dünyanın tüm çatışmalarının uzağında konumlanmıyor; bilakis başta Hitit ve Mısır siyasal merkezleri olmak üzere Doğu Akdeniz’in içlerine Mari’ye değin hem iktisadi hem de politik ilişkiler ağında yer alıyordu. Öyle ki, Minos Thalassokratisinin hemen hemen tüm Ege limanlarının Girit ticari kolonisi durumunda getirdiğine dair kuvvetli arkeolojik verile söz konusudur.
Buna karşın bugüne değin Girit kazıları, Myken istilasından önce kentlerin surlarla çevrelenerek korunmasına yönelik hiçbir tertibatın bulunmadığını ortaya koymuştur. Savunma sistemleri Girit’e istilacı Mykenlerin yöreyi ele geçirmesinden sonra girmiştir. Bununla birlikte, kazılarla açığa çıkarılan duvar resimleri ve seramik buluntuları Mezopotamya’daki çağdaş acıklı dünyayla karşılaştırıldığında, bizde onların bu dünyanın değil de uzak dünyalardan gelmiş hatta belki “uzaylı” olmaları dahi mümkünmüş hissiyatı uyandırır. Oynaşan insanlar, dansçı ilahlar, gülen insan yüzleri, deniz yosunları, balıklar, mutlu ahtapotlar daha neler neler…
Peki ama bütün dünya ağlamaklı ve insan ölüleri göğermiş başak taneleri gibi sapır sapır dökülmekteyken Minos Halkı niçin bu dünyayı bu kadar sevmiş; kentlerini bırakın surlarla çevirmeyi neredeyse tek bir savaş sahnesini içeren resim (varolan savaş ve kıyım resimleri Mykenlerin yöreyi istilasının ardından, Myken beylerinin emrine giren Minoslu sanatkarlar tarafından yapılmıştır ve sanatçıların pek de aşikar olmadıkları bu sahneleri şaşırtıcı bir beceriksizlikle resmettikleri kabul edilir) bile yapmamışlardı?
J. Diamond (Tüfek, Mikrop ve Çelik (2004) 53-70) Maoriler ve Morioriler konu edinen ender karşılaşılabilecek bir “tarih deneyi” sunuyor ve içeriğiyle amatör ya da profesyönel her türlü ilgiyi hakkediyor. Buna göre tartışmaya konu olan Maoriler, M.S. 1000 yılında Yeni Zelanda’ya yerleşen Polinezya Halkıdır. İzleyen süreçte Maorilerin bir kısmı, güneye Chatham Adasına göç ederek burada Morioriler olarak anılırlar. Yeni Zelanda’nın 500 mil açığındaki Chatham Adasında yaşayan Moriorilere 1895 yılında Maoriler tarafından bir katliam gerçekleştirilir. Morioriler, sayıca Maorilerden çok daha üstün olmalarına karşın bir meclis toplayıp sorunu “barış” yolunu seçmek kararına hükmetmiş ve istilaya bir yanıt vermemişlerdir. Sonuç olarak, Maoriler görenekleri gereği onları öldürdüklerini (bir kısmını da yemişlerdir) Morioriler ise nedensiz yere boğazlandıklarını anlatmışlardır.
Vakanın atar damarı, aynı atadan gelme öz be öz kardeş olan bu iki halkın nasıl olup da böylesi başkalaşmış olduğunda kilitlenmektedir. Sorunun çözümü toplumbilim’den arkeoloji’ye, insanbilimlerinin her alanını kapsıyor ve bu haliyle disiplinlerarası bir çalışmayı zorunlu kılıyor, bu son derece açık. Yine de Diamond’un yanıtı önemli, Morioriler yerleştikleri adada bütünüyle deniz ve deniz ürünleri üzerine inşa edilmiş bir kültür oluşturmuşlardı; Maoriler ise Kuzeyde çiftçilik ve tarım ürünlerinin belirlediği artı ürünün paylaşımına dayanan karışık bir örgütlenme yapısına sahiptiler. Daha yalın bir dille söylemek gerekirse; Maoriler yaşamak için tüketmek ve Morioriler ise üleşmek zorundadırlar.
Bu durum bende, Minos halkı için de başkaca bir açıklama olmasa gerekir fikrini uyandırıyor. Deniz insana üleşmeyi öğretiyor ve üleşimin biçimlendirdiği bir kültür ne olursa olsun birlikte varolmak ve yaşamak sevgisini aşılıyor.
Buraya kadar meraklılarına her türlü yazım kaygısından uzak kalınarak Anadolu tarihinden denizcilik üzerine bir takım notlarla kısa bir özet sunulmuştur. Minos ve Yeni Zelanda örnekleriyle ise denizin toplumları ne yönde değiştirdikleri konusunda alıntılara yer verilmiştir. Kuşkusuz her yazının etkileyici bir son tümceye ihtiyacı vardır. Bu da benden yana STH’ne iyi niyetlerimi sunmak olacaktır. Dilerim, sualtını temizleyerek yurttaşlara “ibret” unsurları oluşturmanın yanında; deniz halklarıyla topraksoylular arasında onyüzbin milyon yıl sürecek bir müttefikliğe de hizmet edersiniz.
S. Gökhan Tiryaki