Topkapı Sarayı’nda gerçekleştirilen kazılarda ele geçen keramikler henüz kapsamlı bir yayına konu edilmemiştir. Yine de bu repertuar içinde yer alan arkaik çömlek parçaları, yörenin iskan sürecine dair önemli ipuçları sunuyor. En azından sıklıkla dillendirilen, Byzantion’un Megaralı yiğit Byzas tarafından “Körler Ülkesi’nin” tam da karşısında kurulduğu yolundaki “pro-hellenik” söylence geleneğinin somut bir takım verilerle tartışılmasına olanak sağlanmıştır. Aslında “Körler Ülkesi’nin” henüz Mö 6.binden itibaren şu ya da bu biçimde örgütlenmiş çeşitli topluluklarca iskan edilmiş olması (Fikirtepe Keramikli Neolitiği- http://tayproject.org/downloads/ Neolitik_SH.pdf), bu yerleşimcilere ait kültür ürünlerininse Orta Anadolu’da Çatalhöyük ve G.B Anadolu’da Hacılar yerleşimine koşutluk gösteriyor oluşu, söz konusu söylencenin kabul edilebilirliğini güçleştirmektedir. Gerçekten de Khalkedon’un iskan süreci, bununla birlikte bugün K.Çekmece’den (Yarımburgaz- http://www.ancientanatolia.com ) Marmara Ereğli’sine kadar geniş bir alanda alt-paleolitik (son eskitaşçağ Mö 25000-12.000) Tunç Çağ (Mö 3000-1250) ve öncesine ait arkeolojik buluntuların artarak gün yüzüne çıkıyor oluşu yöre tarihinin Hellenlerle birlikte başladığı, onlar gelmezden önce İstanbul’un başı boş bir toprak parçası olduğunu dikte eden Megaralı Byzas söylencesinin temellerini sarsmaktadır. Herhalükarda, kuruluş tarihi olmasa da Mö 670-40’da kentin Akdeniz ve Karadeniz ararsındaki konumu nedeniyle öngörülebilir bir önem kazandığı açıktır. Zira, Mö 8.yy’da başlayıp, 7. yy ile birlikte ivme kazanan yeni pazarlar oluşturma çabası, deniz ticaretinde belirgin bir gelişmeye sebep olmuştur. Bu süreçte zengin maden yataklarına sahip Karadeniz limanları Egeli denizcilerin çeşitli niteliklerdeki etkinliklerine odak olmuş görünüyor. Kuşkusuz bu etkinlikler çerçevesinde Byzantion’un da gelişmesi beklenilmeyen bir durum olmayacaktır.
Tarihsel veriler bu gelişimin kendi edimleri dahilinde vuku bulmayıp, emperyal güçlerin himayesinde gerçekleştiğini gösteriyor. M.Ö. 5. yy’da dünyanın kesin çizgilerle Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmasının ardından Hellen etkinliklerinin tüm Batı Anadolu’yu özgürleştirmek (demokrasiyi bu bölgelerde hakim kılmak) adına giriştiği politik dejenerasyon Byzantion’u da öyle ya da böyle etkilemiştir. O günlerin izlerini taşıyan iki kalıtsa bugün halen İstanbul’dadır. Bunlardan ilki Byzans Çağı’nda Hippodrom’a/Sultan Ahmet Meydanı’na getirilerek “kenti süslemek” amacıyla dikilen Burmalı/Yılanlı Direk; ve diğeri ise Bizanslıların “Arcla” olarak işaret ettikleri, bugünse kıyılarında onlarca romantik söylencenin oynaştığı Kız Kulesi’dir. Zira bu ikincisi, Sokrates’in yavuklusu, Klasik Çağ Hellasının haşarı oğlanı Alkibiades tarafından boğazı kullanan ticaret gemilerinden % 10’luk gümrük vergisinin toplanarak Hellas’a aktarılmasına kolaylık sağlaması amacıyla M.Ö. 411 – 408 civarında bir deniz karakolu (Hellaspontophylakes – Hellaspontos bekçileri) olarak inşa edilmiştir.
Byzantion, onu yeniden kurarak başkent ilan eden Kontantinus Magnus’a değin (Ms.313-337) Anadolu tarihinde kayda değer bir role sahip değildir. Bu tarihten sonraysa, Karadeniz’den Adriyatik’e geniş bir coğrafyanın idari merkezi konumuna gelir. Byzans Çağı İstanbul’u yalnız siyasal anlamda değil, kültürel olarak da kuvvetli bir alt yapıya sahiptir. Kentin ana caddelerinde yürüyen biri Mısırdan getirilmiş dikme taşlar; heykellerle süslenmiş anı sütunları; ve her biri usta birer elden çıkmış mermer yontuları görebilmekte; Konstantinus’un dünyanın dört bir yanından toplayarak güzellik ve estetikte eşsiz sanat eserleriyle süslediği meydanlarda hoşça gezinebilmekteydi. Gösterişli hamamlar; sarnıçlar; uzak denizlerden gelen gemicilere hizmet veren korunaklı limanlar, her türlü eşyanın alınıp satıldığı geniş pazarlar. Konstantinus’un kentini süslemek adına giriştiği bu “hırsızlıklar” öylesine bir hal almıştır ki, İstanbul’u ziyaret eden gezginlerin “İstanbul inşa ediliyor; şimdi bütün kentler çırılçıplak” satırları kısa zamanda tüm Akdeniz ve Ege’de yankı bulmuştur. Bazilika kitaplığı dünyanın dört bir yanından gelen hukuk ve teoloji öğrencileriyle dolmakta; kitaplık Homeros’un yüz-yirmi dört ayaklık, yılan bağırsağı üzerine yazılmış İlyada ve Odyssea eserlerine sahip olmakla erişilmez bir üne kavuşmuş bulunmaktaydı. Diğer yandan bugünün İstanbullularının dillerinden düşmeyen bir serzeniş daha o vakitlerde artık yüksek sesle dile getirilen bir yakınmaya dönüşmüştür . Hatip Themistius o günleri anlatırken : “…. Eskiden kentin sınırında olan yerler şimdi merkezde yer alıyor.” demekten kendini alamamıştır. Zosimos ise İstanbul’un panaromasını “ Konstantinus’dan sonra gelen imparatorlar, askeri, ticari ya da başka nedenlerle kente akın eden kalabalık kitleler yüzünden kenti genişlettiler, daha büyük surlar yaptırdılar. Bu imparatorlar öyle dar konutlar yapılmasına izin verdiler ki, insanlar Pazar yerlerinde dahi oturmaya başladılar ve kalabalık ya da ortalıkta dolaşan başıboş hayvanlar nedeniyle tehlikesizce yürümek mümkün olmadı. Bu yüzden kenti çevreleyen denizin hiç de küçük sayılmayacak bir bölümü kurutularak daire biçiminde çakılan kazıklar üzerine evler yapılmış, kent çok kalabalık nüfusu alabilecek şekilde büyültülmüştü” satırlarıyla anlatmaktaydı. Justinianos dönemine (Ms.527-565) gelindiğinde ise günümüz İstanbul’unun hemen hemen izdüşümü bir manzarayla karşılaşıyoruz. Artık konutlar öylesine bitişik düzendedir ki, gökyüzü ender görülebilmekte, böyle bir yer bulunduğunda ise gözün dimdik göğe çevrilmesi gerekmektedir. İstanbul artık Roma’nın yerini almış, dünyanın gelecekteki yaklaşık 14 asırlık başkenti konumuna gelmiştir.
Khalkedon/Kadıköy’ün antik dünyada Sokrates’e kafa tutan sofist Thrasymachos ya da İskenderiye’ye gidip burada tıp alanında kendi ekolünü yaratan hekim Here gibi ünlü şahsiyetlerle tanınmasına karşın Byzantionlular daha çok tüccarlık, denizcilik, gemi yapımı ve balıkçılıkla ün salmışlardır. Gerçekten de Boğazın bugün Avrupa yakası olarak adlandırdığımız yarısı Sarayburnu’ndan (Byzantion) başlayarak o günlerde taşra olarak bilinen, uzak ülkelerden ganimet olarak getirilmiş tutsaklar için köle pazarlarının kurulduğu Beşiktaş (Hagia Mamas) ve sonraları sağlık ocaklarıyla ünlenmiş Tarabya’ya (Phakis/Therapea) değin kimi gezi teknelerine hizmet veren küçük iskeleler biçiminde kimiyse gemi yapımına ayrılmış ya da büyük ambarlara sahip korunaklı limanlarla donatılmıştır. Bu limanlardan kayda değer öneme sahip olan hatırı sayılır bir kısmıysa Haliç’te (Keras, “boynuz”) bulunmaktaydı. Haliç’in hemen güney ağzında yer alan Prosphorionos Limanı (Eminönü) Ms.4. yy’dan itibaren Byzantion’un en önemli liman donatlarının yer aldığı birincil merkez durumundadır. Uzak ülkelerden taşınan tahıl buradaki ambarlarda depolanarak dağıtılmaktaydı. Bu ambarların hemen yanındaysa her türlü hayvanın alınıp satıldığı bir borsa yer alırdı. Antik Eminönü Limanının hemen yanındaysa girişinde, bizim bugün Kadıköy/Altıyoldakine benzer tunçtan bir boğa heykelinin yer aldığı Neorion Tersanesi bulunmaktaydı. Burada yük boşaltan gemilerin bakımları yapılır, yolculukları için gerekli olan erzak yüklenirdi. Antik kayıtlar, Ms 698’de limanın dolmasından kaynaklanan bir sorunun ortaya çıktığını ve İmparator Leontas’ın, bu iş için özel imal ettirdiği kepçelerle dibi kazarak limanın yeniden kullanmasını sağladığı not edilmiştir. Unkapanı/Zeugma’da ise 14.yy’a değin kullanım görmüş olan birkaç iskeleye sahip Heptaskalon adında bir liman bulunmaktadır. Bugün Balat’a yerleştirilebilecek bir başka iskele ise Kynegeion’dur. Burası daha çok, imparatorların kutsal mekanları ziyaretlerinde kullandığı küçük ölçekli bir iskele görünümündedir.
Kuşkusuz Bizans Çağı’ndan Osmanlı’ya değin Haliç’in en önemli Liman donatı Kasımpaşa önlerinde yer alan Tersane-i Amiredir. Her iki İmparatorluk devrinde de burası donanmaya ait gemilerin bakım ve onarım yeri ola gelmiştir. Galata’nın eteklerinde, STH’nın son dalışını gerçekleştirdiği alan da ise Bizanslıların Kastellion adını verdikleri, karşı kıyıyla bağlantı halinde Haliç için son derece önemli bir tahkimat bulunmaktaydı. Buradan, Kastellion’un tam karşısında, güney kıyıdaki Neorion Liman’ının yakınında, Kentenarion olarak bilinen bir kule yapısına uzanan bir birbirine eklenmiş tahta kalaslardan oluşan bir set çekilerek Haliç’in güvenliği sağlanmaktaydı.
Haliç’den sonra gelen diğer Limanlar kentin Marmara’ya bakan kıyısı boyunca yer alır. Bu yöndeki ilk Liman yapımı İmparator Julianus zamanında gerçekleşmiştir (361-363). Portus Novus, sonraları Sophia Limanı (II.Justinos’un eşi 565-78) ve ardından da Kontaskelon (Kadırga) adını almıştır. İşlevi konusunda belirsizlik bulunur. Neorion Limanındaki yığılmayı engellemek amacına hizmet etmiş olabileceği gibi, askeri amaçlarla kullanılmış olma olasılığı da not edilir. Kontaskelon’un hemen batısında İmparator Theodosius’un adını taşıyan (379-395), burası (Yenikapı) kimi yazarlarca Eleuterius limanı olarak da anılmıştır, Mısırlı gemicilere hizmet eden bir başka liman yer alır. Liman Mısır’dan gelen tahıl sevkiyatının son bulmasıyla işlevini yitirmiş ve 7.yy’dan sonra balıkçı barınağına dönüşmüştür. Kontaskelon ve Theodosius Limanlarının arasında sadece imparatorun kullanımına ayrılmış Porto Aurea adında küçük ölçekli bir başka donat bulunmaktadır. İmparatorluğun rutin işlerine ayrılmış bir başka Liman’da Bukeleon’dur. Bukeleon Sarayına ait olan iskele diplomatik amaçlara hizmet etmekteydi ve imparatorluğun en eski sarayı olarak bilinirdi.
Bizans Çağı’nda kullanılan gemi tipleri bir hayli çeşitlilik göstermektedir. Metinlerde naus, holkes, ploion, xylon, karabion gibi gemi tipleri anılmaktadır. Ancak bunların işlevsel ayrımı yapılmamıştır.
Yine de iki kıyı arasındaki ulaşım için sandalia, agriria, kondurai gibi küçük ölçekli; uzak bölgelere yapılacak gezilerde ise strongyla, pamphylioi gibi seyahat tekneleri kullanıldığı anlaşılıyor. Donanma’da ise Bizans çağının ünlü “ateş taşıyan gemileri” yanında, güverteye yerleştirilen portatif kulelere sahip dromonesler, chelandia ve pamphylioi kullanılmaktaydı. Bununla birlikte, özel bir takım amaçlara hizmet etmek için yapılmış hippagagoi ve siphonophoroi gibi ölçekli gemiler de yine Boğaziçi’nde sefer etmekteydi.
Ticaret için kullanılan gemiler genel olarak Roma’da kullanılanlarla yakınlık göstermektedir. Bu benzerlik özellikle Corbita‘larda gözlenir. Bunun yanında keles, lembos, kerkuros vb. isimlerle anılan benzer ama farklı maddelerin taşınması için yapılmış gemiler de yine yaygın bir görünümdeydi.
http://shipmuseum.sjtu.edu.cn/ships/corbita/72.jpg
http://www.abc.se/~m10354/pic/mar/mahdia.gif
/…
S. Gökhan Tiryaki
gtiryaki@hotmail.com
* “Deniz Kültürü” başlıklı yazının ilgi çektiğini gördüm, sevindim. Tüm eksiklerine rağmen böyle samimi bir ilgi, ancak beni cesaretlendirmek gibi bir amaca hizmet edebilirdi. “İstanbul’un Bizansçağı Liman Donatları”, üzerine epey yazılmış çizilmiş bir konudur (Meraklılarına baskıları halen piyasada bulunan “W.Müller-Wiener’in, İstanbul Limanları (Tarih Vakfı Yayınları)” ve sanırsam artık baskısı sona ermiş ancak kütüphanelerde rahatça bulunabilecek “S. Eyice, Bizans Devrinde Boğaziçi” adlı temel kaynaklarını önerebilirim. Aynı şekilde, XVI. yy’da İstanbul’u ziyaret ederek kıyı boyunca boğazın her iki yakasını tanıtan “Petrus Gyllius, İstanbul Boğazı (Eren Yayınevi)” isimli gezi kitabını da hararetle tavsiye ederim.) . Böylesi kapsamlı çalışmalar söz konusu iken bizim burada yaptığımız değersiz bir özetten başka bir şey değildir. Yine meraklılara katkıda bulunacağını düşünüyorum.